Sosyalizm ve Savaş / Sosyalistlerin Savaşa Karşı Tutumları – Lenin

Sosyalist Barikat’ın Notu: Tüm dünyada emperyalist-kapitalist güçlerin yeni ve büyük paylaşım savaşlarına yönelik çok yönlü hazırlıklarının muazzam bir hız kazandığı ve başta Ortadoğu ve doğu Avrupa olmak üzere fiili savaşlara dönüştüğü bir dönemden geçiyoruz. Bu süreç aynı zamanda emekçi sol kesimlerde, bu savaşlara karşı tutum noktasında ciddi bir kafa karışıklığının da geliştiği bir dönem. Birkaç yıl önce başlayan Ukrayna-Rusya savaşı, ardından Filistin direnişi, şimdilerde ise İsrail-İran savaşı bağlamında devrimci ve demokratik tutum noktasında yaşanan kafa karışıklığını apaçık görüyoruz. Devrimci ve demokratik tutumun yanı sıra, sosyal-şöven tutumlar da şu veya bu tonda kendilerini küçümsenemeyecek düzeyde ortaya koyuyorlar. Burjuvazinin ideolojik hegemonyasını tüm ezici ağırlığıyla emekçi sol saflarda da görüyoruz.

Tam da bu noktada, tüm emekçi sol güçlerin gerici paylaşım savaşları noktasında ilk büyük sınavı olan I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinin deneyimi oldukça hayati bir öneme sahip. Bu süreçte emekçi sol ve sosyalist güçler arasında yaşanan ayrışma öylesine derindi ki, bu süreçten hem Büyük Ekim devrimi, hem de Komünist Hareket ortaya çıktı. Bu bağlamda tarihi rol oynayan, devirimci, demokratik çizgiyi belirleyen yaklaşımı, fikirleri büyük öğretmen Lenin, Sosyalizm ve Savaş broşüründe ortaya koydu. Bu tarihsel ve ilkesel fikirler bugünde yaşadığımız savaş/lar sürecinde ışık tutucu niteliktedir. Bu nedenle, Sosyalizm ve Savaş eserindeki ana fikri ve tarihsel bağlamı ortaya koyan birinci bölümü  yaşadığımız süreçleri anlamada ışık tutacağı inancıyla olduğu gibi yayınlamayı gerekli gördük.

SOSYALİZM VE SAVAŞ – LENİN

BİRİNCİ BÖLÜM: SOSYALİZMİN İLKELERİ VE 1914-1915 SAVAŞI

SOSYALİSTLERİN SAVAŞA KARŞI TUTUMLARI

Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bulmuşlar ve kötülemişlerdir. Bizim savaşa karşı tutumumuz gene de aslında burjuva pasifistleri ile anarşistlerden farklıdır. Her şeyden önce, biz, bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz. Biz marksistler, hem pasifistlerden, hem anarşistlerden, her savaşın ayrı ayrı, Marx’ın diyalektik materyalizmi görüş açısından, tarihsel bir incelenmesi yapılması gereğini kabul ederiz. Her savaşta kaçınılmaz bir biçimde olagelen dehşete, zulme, sefalete ve işkenceye karşın, tarihte ilerici nitelikte pek çok savaş vardır; bu savaşlar (örneğin mutlakıyet ya da kölelik gibi) çok kötü ve gerici kurumların yıkılmasına ya da (Türkiye ve Rusya’da olduğu gibi) Avrupa’da en barbar despotlukların ortadan kalkmasına yardım ederek, insanlığın gelişmesine hizmet etmişlerdir. Bunun için, bugünkü savaşın da tek başına tarihsel özelliklerini incelemek zorunluluğu vardır.


MODERN ZAMANLARIN TARİHİNDE SAVAŞ TÜRLERİ

Büyük Fransız Devrimi ile insanlık tarihinde yeni bir çağ açılmıştır. O zamandan Paris Komününe kadar, yani 1789’dan 1871’e kadar, ulusal kurtuluş için verilen bazı savaşların ilerici bir burjuva niteliği vardır. Bir başka deyişle, bu savaşların başlıca içerikleri ve tarihsel anlamları, mutlakıyeti ve feodalizmi devirmek, hiç değilse bu kurumların temelini sarsmak ya da yabancı boyunduruğundan kurtulmaktı. Onun içindir ki, bu savaşlar ilerici savaşlardı ve bu gibi savaşlar verilirken bütün içten devrimci demokratlar ile sosyalistler, feodalizmin ve mutlakıyetçiliğin temellerini yıkan ya da en azından bu temelleri sarsan, ya da yabancıların baskısına karşı savaşım veren tarafa (yani burjuvaziye) daima sevgi duymuşlardır. Örneğin, Fransa’nın verdiği devrimci savaşlar, yabancı toprakların Fransızlar tarafından yağma edilmesi ve ele geçirilmesi gibi bir unsuru da içerdiği halde, bu unsur, ihtiyar ve köleci Avrupa’daki feodalizmi ve mutlakıyeti paramparça eden bu savaşların temel tarihsel anlamını zerre kadar değiştirmemiştir. Fransa-Prusya savaşında Almanya, kuşkusuz Fransa’yı soydu ama, bu durum, gene de, milyonlarca Almanı feodal merkeziyetçilikten ve çar ile Napoleon III gibi iki despotun zulmünden kurtaran bu savaşın temel tarihsel özelliğini değiştiremez.

SALDIRGAN VE SAVUNUCU SAVAŞ ARASINDAKİ AYRIM


1789-1871 dönemi, derin izler ve devrimci anılar bırakmıştır. Feodalizmin, mutlakıyetin ve yabancı zulmünün devrilmesinden önce proletaryanın sosyalizm için vereceği savaşımın gelişmesi olanaksızdı. Böyle bir dönemin savaşları ile ilgili olarak “savunma” savaşının meşruluğu üzerine söz ederken, sosyalistler, daima sonu ortaçağ kurumlarına ve köleliğe karşı devrime çıkacak olan bu amaçları gözönünde bulundurmuşlardır. “Savunma” savaşı sözü ile sosyalistler, her zaman bu anlamda “haklı” bir savaşı kastetmişlerdir (W. Liebknecht de bir defasında bunu tıpkı böyle ifade etmiştir). Sosyalistler, yalnızca bu anlamda, “anayurdun savunulması için” verilen savaşlara ya da “savunma” savaşlarına, meşru, ilerici ve haklı savaşlar gözü ile bakmışlar ve bakmaktadırlar. Örneğin, yarın, Fas Fransa’ya, Hindistan İngiltere’ye, İran ya da Çin, Rusya’ya… savaş açsalar, ilk saldıran kim olursa olsun, bu savaşlar, “haklı” savaşlar, “savunma” savaşları sayılırlar; ve her sosyalist, ezilen, bağımlı, eşit olmayan devletin, ezen, köleci, soyguncu “büyük”devlete karşı kazanacağı zaferi sevgi ile karşılar.

Ama şöyle bir durumu gözünüzün önüne getirin: 100 kölesi olan bir köle sahibi, kölelerin daha “adil” bir dağılımı için 200 kölesi olan bir köle sahibine karşı savaşa girişiyor. Açıktır ki, bu durumda, “savunma” savaşı ya da “anayurdun savunulması için” savaş deyimlerinin kullanılması, tarihsel bakımdan yanlış, ve uygulamada, halkın, işin inceliğini aramayan ve bilisiz kimselerin, kurnaz köle sahiplerince aldatılması olur. İşte bugünkü emperyalist burjuvazi, köleliği sağlamlaştırmak ve güçlendirmek için köle sahipleri arasındaki savaşı, “ulusal” ideoloji ve “anayurdun savunulması” gibi sözlerle halka yutturmak istemektedir.

BUGÜNKÜ SAVAŞ EMPERYALİST BİR SAVAŞTIR

Hemen herkes, bugünkü savaşın emperyalist bir savaş olduğunu kabul ediyor, ama çoğu durumlarda bu terime başka anlamlar verilmekte ya da bu terim yalnızca bir tarafa uygulanmakta, ya da bu savaşın sonuçta burjuva-ilerici, ulusal-kurtarıcı bir özelliği olabileceği iddiasına açık bir kapı bırakılmaktadır. Emperyalizm, gelişen kapitalizmin, ancak 20. yüzyılda ulaşılan en yüksek aşamasıdır. Kapitalizm, onlar kurulmadan feodalizmi yıkmasına olanak bulunmayan ulusal devletleri, şimdi kendisi için cendere gibi görüyor. Kapitalizm, yoğunlaşmayı o derece geliştirmiştir ki, sanayiin bütün dalları, sendikalar, tröstler ve kapitalist milyonerlerin kurdukları birliklerce kıskıvrak bağlanmış, ve hemen hemen bütün dünya “sermaye lordları” tarafından ya sömürgeler halinde, ya da sömürge olmayan öteki ülkeler, mali sömürünün binlerce kollu ağı içine hapsolunarak paylaşılmıştır. Serbest ticaret ve rekabetin yerini tekel kurma, sermaye yatırımı için ülkeleri ele geçirme, bu ülkelerden hammadde ithal etme gibi çabalar almıştır. Feodalizme karşı verdiği savaşımla ulusların kurtarıcısı olan kapitalizm, şimdi, emperyalist kapitalizme dönüştü ve uluslar için en büyük ezici güç durumuna geldi. Eskiden ilerici bir niteliği olan kapitalizm, gerici oldu; üretici güçleri o derece geliştirdi ki, uluslar ya sosyalizme geçme, ya da, sömürgeler, tekeller, ayrıcalıklar ve ulusların çeşitli yollardan ezilmesiyle, kapitalizmin yapay olarak korunması için “büyük” devletler arasındaki silahlı savaşımda yıllarca ve hatta on yıllarca acı çekme şıkları ile yüzyüze geldiler.

KÖLELİĞİ SÜRDÜRMEK VE GÜÇLENDİRMEK İÇİN BÜYÜK KÖLE SAHİPLERİ ARASINDAKİ SAVAŞ

Emperyalizmin belirgin niteliğini açıklamak için dünya sözde “büyük” (yani yağmada başarılı) devletler arasında bölüşülmesini gösteren rakamları buraya alıyoruz :

BÜYÜK DEVLETLERİN SÖMÜRGELERİ
(YÜZÖLÇÜMÜ: MİLYON KM2; NÜFUS: MİLYON KİŞİ

Bu tablodan, 1789-1871’de özgürlük adına öbür ulusların önünde savaşan ulusların çoğunun, şimdi, 1876’dan sonra, gelişmiş ve “iyice olgunlaşmış” kapitalizme dayanarak dünya nüfusunun ve uluslarının çoğunluğunu ezen ve köleleştiren güçler durumuna geldiği görülecektir. 1876’dan 1914’e kadar altı “büyük” devlet 25 milyon kilometrekare toprak ele geçirmişlerdir. Bu, Avrupa’nın iki-buçuk katı bir alan demektir! Altı devlet, yarım milyonu aşkın (523 milyon) sömürge halkını köle etmiştir. “Büyük” devletlerin her dört kişisine “sömürgelerin” beş kişisi düşmekte. Ve herkes bilir ki, sömürgeler ateş ve kılıçla ele geçirilmiş, sömürge halklarına vahşice davranılmış, bu halklar binbir biçimde sömürülmüştür (sermaye ihraç ederek, imtiyazlar alınarak, emtia satılırken aldatılarak, “egemen” ulusun yetkililerine boyun eğdirilerek, ve şu ya da bu biçimde). İngiliz-Fransız burjuvazisi ulusların özgürlüğü ve Belçika için savaştıklarını söylerken halkı aldatmaktadırlar; aslında bunlar zorla ele geçirdikleri sömürgeleri ellerinde tutmak için savaşıyorlar. Eğer İngilizlerle Fransızlar sömürgelerini kendileriyle “hakkaniyetle” bölüşmeye razı olsalar, Alman emperyalistleri Belçika’yı, vb. hemen bırakırlar. Durumun acayipliği şurada ki, bu savaşta sömürgelerin kaderi Kıtadaki [Kara Avrupasın-daki -ç.] savaşla belirleniyor. Burjuva adaleti ve ulusal özgürlük (ya da ulusların var olma hakkı) açısından Almanya, İngiltere ve Fransa’ya karşı tamamen haklıdır; çünkü sömürge bakımından “geride bırakılmış”, düşmanları kendisinden çok daha fazla ulusu sömürmekte ve ezmekte, müttefiki Avusturya tarafından ezilen İslavlar kuşkusuz “ulusların gerçek hapishanesi” denilen çarlık Rusyasında yaşayanlardan fazla özgürdürler. Ama Almanya, ulusların kurtuluşu için değil, köleleştirilmesi için savaşıyor. Daha yaşlı ve gırtlağına kadar doymuş soyguncuları soyma işinde genç ve daha güçlü soyguncuya (Almanya’ya) yardım etmek, sosyalistlere düşmez. Sosyalistler, hepsini de devirmek için, soyguncular arasındaki çekişmeden yararlanma yoluna gitmelidirler. Bunu yapabilmek için de sosyalistler, her şeyden önce, halka doğruları söylemeli; yani bu savaşın, köleliği güçlendirmek için köle sahipleri arasında bir savaşım olduğunu söylemelidirler. Bu savaş, birincisi, “daha adil” bir bölünme yoluyla sömürgelerin köleleştirilmesini tamamlamak; ikincisi, büyük devletler içindeki öteki ulusların üzerlerindeki baskının artırılması, “çünkü hem Avusturya, hem Rusya (Rusya’nınki Avusturya’nınkinden de beter) egemenliklerini böyle bir baskı ile sürdürdükleri gibi bu baskıyı savaş yoluyla daha da şiddetlendirmektedirler; üçüncüsü, ücret köleliğini pekiştirmek ve uzatmak, çünkü proletarya parçalandığı ve ezildiği halde, kapitalistler, savaştan servetler yapmakta ve en özgür ve en cumhuriyetçiler de dahil, bütün ülkelerde, başkaldıran ulusal bağnazlığı ve gericiliği körükleyerek bu işten kazançlı çıkmaktadırlar.

“SAVAŞ POLİTİKANIN BAŞKA ARAÇLARLA DEVAMIDIR” (YANİ ŞİDDET) “ARAÇLARIYLA” [5]

Bu ünlü söz, savaş üzerine derin bilgisi olan yazarlardan birisi, Clausewitz tarafından söylenmiştir. Marksistler, haklı olarak, bu beliti, daima, her savaşın özelliğini kavramada teorik temel olarak görmüşlerdir. Marx ve Engels de savaşlara işte bu görüş açısından bakmışlardır.

Bu görüşü şimdiki savaşa uygulayınız. Göreceksiniz ki, yıllar yılı, neredeyse yarım yüzyıldır, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya ve Rusya’nın hükümetleriyle yönetici sınıfları, sömürgeleri yağma etme, yabancı uluslara zulmetme, işçi sınıfı hareketlerini ezme politikasını gütmüşlerdir. Bugünkü savaşta izlenen politika da, işte tıpkı bu politikadır. Özellikle hem Avusturya’nın, hem Rusya’nın barışta da savaşta da politikası, ulusları özgürlüğe kavuşturmak değil, köleleştirmektir. Bunun tersine Çin’ de, İran’da, Hindistan’da ve öteki bağımlı ülkelerde son birkaç on yıldır, milyonlarca insanda bir ulusal uyanmayı sağlayacak ve onları barbar, gerici “büyük” devletlerin zulmünden kurtaracak bir politika uygulanmaktadır. Böylesine bir tarihsel temel üzerinde yürütülen bir savaş, bugün bile, bir burjuva-ilerici ve ulusal kurtuluş savaşı olarak kabul edilir.

“Büyük” ulusların ve bunların önde gelen sınıflarının politikasını sürdürmek için girişilen bugünkü savaşa yalnızca bir gözatmak, “anayurdun savunulması”nın bir bahane olduğunu ve tarihsel gerçeklere karşıt düştüğünü görmeye yeter.

BELÇİKA ÖRNEĞİ

Üçlü (şimdi dörtlü) Antanta dahil sosyal-şovenler (Rusya’da Plehanov ve şürekası), Belçika örneğini öne sürmeyi pek severler. Ne var ki, bu örnek de onları yalanlıyor. Saldırgan devletlerin her zaman, her yerde yaptıkları gibi, Alman emperyalistler, Belçika’nın yansızlığını hayasızca çiğnediler ve işlerine gelince bütün antlaşmaları ve yükümlülükleri ayaklar altına aldılar. Uıuslararası sözleşmelere uyulmasını isteyen bütün devletlerin Almanlara karşı savaş ilan ettiklerini ve Almanların, Belçika’dan çekilmesini ve tazminat ödemesini istediklerini düşünelim. Bu durumda sosyalistler, kuşkusuz, Almanların düşmanlarını haklı göreceklerdir. Ne var ki, gerçekte “üçlü (ve dörtlü) Antant”, Belçika’nın iyiliğine savaşmamaktadır. Bunu herkes biliyor, yalnız ikiyüzlüler bu gerçeği gizliyor. İngiltere, Almanya’nın sömürgeleri ile Türkiye’ye; Rusya, Galiçya ile Türkiye’ye elatmış; Fransa Alsace-Lorraine ile neredeyse Ren’in sol yakasını istiyor; ganimetin (Arnavutluk ve Küçük Asya’nın) bölüşülmesi için İtalya ile bir sözleşme yapılmış; gene ganimetin bölüşülmesi için Bulgaristan ve Romanya ile pazarlıklar sürüp gitmekte. Bugünkü hükümetlerin sürdürdüğü bu savaşta, Avusturya ya da Türkiye’nin vb. boğulmalarına yardım etmeksizin Belçika’ya yardım etmek olanaksız! “Anayurdun savunulması” bunun neresinde? Öteki ulusları ezme amacıyla verilen emperyalist savaşın, gerici burjuvalar ve tarih bakımından günü geçmiş hükümetler arasındaki savaşın belirgin niteliği işte budur. Bugünkü savaşa katılmayı kim haklı gösteriyorsa, o, ulusların emperyalistlerce ezilmeleri suçuna katılıyor demektir. Kim, hükümetlerin içine düştükleri zorluklardan toplumsal bir devrim adına savaşım vermek için yararlanıyorsa, o, ancak sosyalizm altında gerçekleştirebilecek bütün ulusların gerçek özgürlüğü için savaşım veriyor demektir.

RUSYA NİÇİN SAVAŞIYOR?

Rusya’da yeni tipte bir kapitalist emperyalizm, İran, Mançurya ve Moğolistan’a karşı güdülen çarlık politikasında kendini açıkça ortaya koymuştur; ama genellikle Rus emperyalizminde egemen unsur, militarizm ve feodalizmdir. Dünyada hiçbir ülkede nüfusun büyük çoğunluğu Rusya’da olduğu gibi baskı altında değildir; “Büyük” Ruslar nüfusun ancak yüzde 43’ünü, yani yarısından azını oluştururlar; geri kalanlar, yabancı sayıldıkları için haklarından yoksundurlar. Rusya’da yerleşmiş 170 milyondan 100 milyonu ezilmiş ve haklarından yoksun bırakılmışlardır. Çarlık, Galiçya’yı ele geçirmek, Ukraynalıları ezmek, Ermenistan’ı, İstanbul’u vb. almak için savaşmaktadır. Çarlık, savaşa, ülke içinde büyüyen hoşnutsuzluktan dikkatleri başka yönlere çekmek, gelişen devrimci hareketleri ezmek için bir araç gözü ile bakmaktadır. Bugün Rusya’da her “Büyük” Rus’a, haklarından yoksun iki ya da üç yabancı düşmektedir; çarlık, savaş aracılığı ile Rusların ezdiği ulusların sayısını artırmak, bu zulmü sürdürmek ve “Büyük” Rusların bizzat sürdürdükleri özgürlük savaşımını boğmak için çalışmaktadır. Öteki ulusları ezme ve soyma olanağı ekonomik durgunluğu yaratmakta ve sürdürmektedir; çünkü gelir kaynağı, çoğu zaman üretici güçlerin gelişmesi değil, “yabancıların” yarı-feodal bir yoldan sömürülmesidir. İşte bu yüzden savaş, Rusya bakımından iki kat gerici, ve ulusal kurtuluşa karşıdır.

SOSYAL-ŞOVENİZM NEDİR?

Sosyal-şovenizm, bugünkü savaşta, “anayurdun savunulması” fikrinden yana çıkmaktır. Ayrıca bu fikir, savaş sırasında sınıf savaşımının bir yana atılmasına ve savaş borçlarını vb.

kabullenmeye yol açmaktadır. Uygulamada sosyal-şovenler, proletaryaya düşman bir burjuva politikası izlemektedirler; çünkü bunlar yabancı istilacılara karşı savaş anlamında bir “anayurdun savunulmasını” değil, “büyük” devletlerden şunun ya da bunun, sömürgeleri yağma etme ve öteki ulusları ezme “hakkını” savunmaktadırlar. Sosyal-şovenler, bir burjuva aldatmacası olan, savaşın, özgürlük ve ulusların varlığını korumak için yapıldığı yalanını yineliyorlar ve böylece de proletaryaya karşı burjuvazinin yanında yer alıyorlar. Sosyal-şovenler, saldırgan büyük devletler grubundan birisinin hükümetini ve burjuvazisini haklı çıkaran ve övenler ile, Kautsky gibi bütün saldırgan devletlerin sosyalistlerinin “anayurdu savunmada” eşit hakları olduğunu öne sürenlerdir. “Kendi” (ya da her) emperyalist burjuvazisinin çıkarlarını, ayrıcalıklarını, soygununu ve zulmünü savunmak anlamına gelen sosyal-şovenizm, aslında, bütün sosyalist inançlar ile Basle Uluslararası Sosyalist Kongresinin kararına ihanet etmek demektir.

BASLE BİLDİRİSİ [6]

Basle’da 1912’de oybirliği ile kabul edilen savaş konusunda ki bildiri, 1914’te İngiltere ile Almanya ve bunların müttefikleri arasında çıkan savaşı gözönüne almıştı. Bildiride, büyük devletlerin emperyalist politikalarının bir sonucu olarak “kapitalistlerin çıkarları” ve “hanedanların tutkuları” için çıkartılan böyle bir savaşın, halkın çıkarları yönünden haklı gösterilmesine olanak bulunmadığı açıkça belirtilmişti. Gene bildiride, savaşın “hükümetler için” (istisnasız bütün hükümetler için) tehlikeli olduğu, bunların “bir proletarya devriminden” korktuklarına da işaret edilmiş, 1871 Komünü ve 1905 Ekim-Aralık örneklerine, yani devrim ve iç savaş örneklerine büyük bir açıklıkta değinilmiştir. Böylece Basle Bildirisi şimdiki savaş için, işçilerin kendi hükümetlerine karşı girişecekleri uluslararası ölçüdeki devrimci savaşım için, proletarya devrimi için taktikleri göstermiş oluyor. Basle Bildirisi, Stuttgart kararındaki sözleri yinelemekte, ve savaşın patlaması durumunda, sosyalistlerin, “kapitalizmin devrilmesini hızlandırmak” için savaşın neden olacağı “ekonomik ve politik bunalımlardan” yararlanmalarını, yani sosyalist devrim adına hükümetlerin savaştan ileri gelen sıkıntılı durumlarından ve yığınların öfkelerinden yararlanılmasını öngörmektedir.

Sosyal-şovenlerin politikası, savaşı burjuva ulusal kurtuluş açısından haklı görmeleri, “anayurdun savunulması” fikrini benimsemeleri, savaş harcamaları için oy kullanmaları, hükümetlere girmeleri vb., doğrudan doğruya sosyalizme ihanettir. Bu durum, aşağıda göreceğimiz gibi, Avrupa partilerinin çoğunda raslanan oportünizmin, ve ulusal-liberal emekçi politikasının zaferinden başka bir şey değildir.

MARX VE ENGELS’E YAPILAN YANLIŞ ATIFLAR

Rus sosyal-şovenleri (başlarında Plehanov) Marx’ın 1870 savaşındaki taktiklerine atıfta bulunuyorlar. Alman şovenleri ise (Lensch, David ve şürekası türünden), Engels’in 1891’de, Ruslar ile Fransızlara karşı savaş durumunda, Alman sosyalistlerinin anayurdu savunmalarının görevleri olduğu üzerine olan sözlerine değiniyorlar. Ensonu, Kautsky türünden sosyal-şovenler, Uluslar arası şovenizmi haklı göstermek ve doğrulamak isteğiyle, Marx ile Engels’in bir yandan savaşları kötülerken, bir yandan da savaş çıktı mı, 1854-1855, 1870-1871 ve 1876-1877 savaşlarında olduğu gibi, savaşan hükümetlerden birini ya da ötekini tuttuklarını, onlardan sözler aktararak belirtiyorlar.

Bütün bu atıflar, tıpkı anarşist Guillaume ve şürekasının anarşizmi haklı göstermek için Marx ile Engels’in görüşlerini tahrif etmesi gibi, Marx ve Engels’in görüşlerinin burjuvazi ve oportünistler yararına utanmazcasına tahrifidir. 1870-1871 savaşı, Napoleon III yenilene kadar Almanya için tarihsel bakımdan ilerici bir savaştı, çünkü Napoleon III, çar ile birlikte Almanya’ya yıllarca zulmetmiş ve onu feodal bir parçalanma halinde bırakmıştır. Ama savaş, Fransa’nın yağma edilmesi halini alınca (Alsace ve Lorraine’in ilhakı ile) Marx ve Engels, Almanları şiddetle kınadılar. Hatta bu savaşın başlangıcında Marx ve Engels, Bebel ile Liebknecht’in askeri ödenek için oy vermeyi reddetmelerini onamış ve bunlara Alman sosyal-demokratları ile içli-dışlı olmamalarını, daima proletaryanın bağımsız sınıf çıkarlarını savunmalarını öğütlemişlerdir. İlerici burjuva nitelikte olan ve ulusal kurtuluş için verilen Fransız-Prusya savaşının özelliklerini bugünkü emperyalist savaşa uygulamak, gerçekle alay etmek demektir. Aynı şey, daha büyük bir vurguyla, 1854-1855 savaşında olduğu gibi, modern emperyalizmin var olmadığı, sosyalizm için nesnel koşulların bulunmadığı, taraf ülkelerden hiçbirinde sosyalist bir yığın partisinin henüz kurulmadığı, yani büyük devletler arasındaki savaşla ilgili olarak “proletarya devrimi” uygulamalarının Basle Bildirisinde öne sürülmesini sağlayan koşulların hiçbirinin var olmadığı 19. yüzyıl savaşlarının hepsine uygulanabilir.

Her kim, Marx’ın, gerici ve mutlakıyetçi burjuvazi ve sosyalist devrim dönemine tamı tamına uygulanması gereken “işçilerin yurtları yoktur” sözünü unutarak, burjuvazinin ilerici olduğu dönemdeki savaşlara karşı Marx’ın tutumuna atıfta bulunursa, Marx’ı rezilcesine tahrif etmiş ve sosyalist görüş açısı yerine burjuva görüş açısını koymuş olur.

II. ENTERNASYONALİN ÇÖKÜŞÜ

Bütün dünya sosyalistleri, 1912’de Basle’da, Avrupa’da yaklaşmakta olan savaşı, bütün hükümetlerin “canice” ve gerici bir girişimleri olarak gördüklerini ve bu girişimin devrimi hızlandırarak kapitalizmin yıkılmasını çabuklaştıracağını ilan etmişlerdir. Savaş çıktı, ve birlikte bunalımları da getirdi. Sosyal-demokrat partilerin çoğu, devrimci taktikler yerine, gerici taktiklere saptılar ve kendi hükümetleri ile burjuvazilerinin yanında yer aldılar. Sosyalizme karşı bu ihanet, II. Enternasyonalin (1889-1914) çöküşü demekti. Bu çöküşün nedenlerini açıkça ortaya koymamız ve sosyal-şovenizmin doğuş ve gelişme koşullarını belirtmemiz gerekir.

SOSYAL-ŞOVENİZM TASTAMAM BİR OPORTÜNİZMDİR

II. Enternasyonal dönemi boyunca sosyal-demokrat partiler içinde devrimci ve oportünist kanatlar arasında her yerde bir savaşım sürüp gidiyordu. Bir dizi ülkede (İngiltere, İtalya, Hollanda, Bulgaristan), bu ayırıcı çizgi boyunca parçalanmalar olmuştur. Oportünizmin, işçi sınıfı hareketi içinde burjuva politikasını dile getirdiği konusunda, hiçbir marksistin en küçük bir kuşkusu yoktur. Oportünizm, küçük-burjuvazinin çıkarlarını, ve burjuvalaşmış işçilerin küçük bir kesiminin, proleter yığınların, ezilen yığınların çıkarlarına karşı “kendi” burjuvaları ile birleşmesini ifade eder. 19. yüzyılın sonundaki nesnel koşullar oportünizmi olağanüstü güçlendirdi, legal burjuva olanak ve fırsatlarının kullanılmasını legalizme tapma durumuna getirdi; işçi sınıfı içinde ince bir bürokrat ve aristokrat katman yarattı, sosyal-demokrat partilerin saflarına birçok küçük-burjuva “yoldaşı” çekti.

Savaş bu gelişmeyi hızlandırdı ve oportünizmi sosyal-şovenizm biçimine dönüştürdü, yani oportünistler ile burjuvazi arasındaki gizli ittifakı açık duruma getirdi. Aynı zamanda her yerde askeri makamlar sıkıyönetim ilan ettiler, ve eski liderlerinin hemen hepsi, burjuvaziye katılan işçi yığınlarının ağzına gem vurdular.

Oportünizm ile sosyal-şovenizmin ekonomik temeli aynıdır: ayrıcalıklı işçilerin önemsiz bir kesimi ile kendi ayrıcalıklı durumlarını savunan küçük-burjuvazinin ortak çıkarları; yani kendi ulusal burjuvazilerinin, egemen ulus durumundan yararlanarak öteki ulusları soymasından paylarına düşecek kırıntılar…

Oportünizm ile sosyal-şovenizmin ideolojik ve politik özü de aynıdır: sınıf savaşımı yerine sınıf işbirliği; savaşımın devrimci anlamını yadsıma; güçlüklerden bir devrim için yararlanacak yerde, zor duruma düşen “kendi” hükümetlerine yardımcı olmak. Bütün Avrupa ülkelerini bir bütün olarak alır, bireyleri (ne kadar yetkili olsalar da) önemsemezsek, oportünist eğilimin sosyal-şovenizmin kalesi durumuna geldiğini, buna karşılık devrimci kamptan bu tutuma karşı az ya da çok tutarlı protestoların her yerden yükseldiğini görürüz. Örneğin, 1907 Stuttgart Uluslararası Sosyalist Kongresinde[7] beliren fikir ayrılıklarına bakarsak, uluslararası marksizmin emperyalizme karşı olmasına karşılık, uluslararası oportünizmin daha o zamandan emperyalizmden yana olduğunu görürüz.

OPORTÜNİSTLERLE BİRLİK OLMAK, İŞÇİLERLE “KENDİ” ULUSAL BURJUVAZİLERİ ARASINDA İTTİTAK KURMAK VE ULUSLARARASI DEVRİMCİ İŞÇİ SINIFINI PARÇALAMAK DEMEKTİR

Savaştan önceki dönemde, oportünizme, Sosyal-Demokrat Partinin “saptırıcı” ve “aşırı” bir bölümü gözüyle bakılmakla birlikte, gene de bu bölüm meşru olarak kabul edilirdi. Savaş, bunun gelecekte de böyle olmayacağını göstermiştir. Olgunlaşan oportünizm, artık işçi sınıfı hareketi içinde burjuvazinin elçiliği rolünü eksiksiz oynamaya başlamıştır. Oportünistler ile birlik, tam bir ikiyüzlülük durumunu almıştır. Örneğin Alman Sosyal-Demokrat Partisinde gördüğümüz bütün önemli anlarda (örneğin, 4 Ağustos oylamasında olduğu gibi)[8] oportünistler, partinin karşısına, burjuvazi ile çeşitli ilişkileri, sendikalar ve benzeri kuruluşların yürütme kurullarındaki çoğunlukları ile sağlanan birer ültimatomla çıkmaktadırlar. Bugün oportünistler ile birlik, aslında işçi sınıfının “kendi” ulusal burjuvazisinin boyunduruğu altına girmesi, öteki ulusların ezilmesi ve büyük devletlerin ayrıcalıklarının korunması amacı için onlarla işbirliği yapılması, bütün ülkelerde devrimci proletaryanın parçalanması demektir.

Birçok kuruluşlarda önemli yerler işgal eden oportünistlerle savaşımda tek tek olaylar ne kadar güç olursa olsun; çeşitli ülkelerde işçi partilerinin oportünistlerden temizlenmesi hangi özellikleri gösterirse göstersin, bu, yapılması mutlaka gerekli ve yararlı bir iştir. Reformcu sosyalizm ölüyor ve Fransız sosyalisti Paul Golay’ın deyimiyle yeni doğan sosyalizm “devrimci, uzlaşmaz ve isyancı olacaktır”.

“K A U T S K İ C İ L İ K”

II. Enternasyonalin en büyük otoritesi Kautsky, marksizme lafebeliği ile yapılan hizmetin, aslında, onu nasıl “struveciliğe”[9] ya da “brentanoculuğa”[10] indirgemek olduğunu gösteren, çok tipik ve çarpıcı bir örnektir. Plehanov da, benzer bir örneği temsil eder. Bunlar, açıkça sırıtan sofistçe bir tutumla, marksizmi, yaşayan devrimci özünden ayırırlar; bunlar, marksizmde, devrimci savaşım yöntemleri, bu yöntemlerin savunulması ve hazırlanması, yığınların bu yönde eğitilmesi dışında her şeyi bulurlar. Kautsky, tam bir sorumsuzlukla, sosyal-şovenizmin temel fikri olan, bugünkü savaşta anayurdun savunulması tezini, sözde bir muhalefet tavrıyla, savaş harcamalarına çekimser oy kullanmak yoluyla sola karşı diplomatça ödünler vererek uzlaştırmak istemektedir. 1909’da yaklaşan devrimler çağı ve savaş ile devrimler arasındaki ilişki üzerine koskoca bir kitap [Der Weg zur Macht – “İktidar Yolu”] yazan Kautsky, 1912’de yaklaşan savaştan devrim adına yararlanılması konusunda Basle Bildirisine imza koyan Kautsky, bugün sosyal-şovenizmi her yönüyle haklı görüyor, savunuyor ve Plehanov gibi o da bütün devrimci düşüncelerle ve devrimci savaşıma doğru atılan her adımla alay etmede burjuvazi ile birlik oluyor.

İşçi sınıfı, bu dönekliğe, bu sorumsuzluğa, bu oportünizme kul-köle olmaya ve marksist teorinin bu eşi görülmemiş kabalaştırılmasına karşı acımadan savaşım vermeksizin, dünya ölçüsündeki devrimci rolünü oynayamaz. Kautskicilik bir raslantı değil, bir yandan sözde marksizme bağlı kalmak, bir yandan de eylemde oportünizme boyun eğmek gibi, II. Enternasyonaldeki çelişkilerin toplumsal bir ürünüdür.

Kautskiciliğin bu temel yanılgısı, her ülkede kendisini çeşitli biçimlerde göstermektedir. Hollanda’da Roland-Holst, bir yandan anayurdu savunma fikrini reddederken, bir yandan oportünist partilerle birlik olmayı savunmaktadır. Rusya’da da bir yandan bu fikri reddederken, öte yandan oportünist ve şovenist Naşo Zarya grubu ile işbirliğini savunmaktadır. Romanya’da Rakovski, Enternasyonalin yıkılmasından sorumlu gördüğü için oportünizme savaş açarken, aynı zamanda, anayurdun savunulması fikrinin doğruluğunu kabule hazır durumdadır. Bütün bunlar (Gorter ve Pannekoek gibi) Hollandalı marksistlerin “pasif radikalizm” dedikleri melanetin belirtileridir ve teoride devrimci marksizmin yerine seçmeciliği, uygulamada oportünizmin yanına köleliği ya da iktidarsızlığı koymaktadır.

MARKSİSTLERİN SLOGANI, DEVRİMCİ SOSYAL-DEMOKRASİ SLOGANIDIR

Savaş, kuşku yok ki, şiddetli bir bunalım yaratmış, yığınların kaygısını beklenmedik ölçüde artırmıştır. Bugünkü savaşın gerici niteliği ile bütün ülkelerin burjuvazisinin kendi yağmacılık amaçlarını “ulusal” ideoloji sözü ardına gizleyerek söyledikleri hayasızca yalanlar, nesnel devrimci bir temele dayanarak, kuşkusuz, yığınlar arasında kıpırdanışlar yaratmaktadır. Bu duyguların bilinçli bir duruma gelmesi, derinleşmesi ve biçimlenmesinde yığınlara yardım etmek bizim görevimizdir. Bu görev ancak şu slogan ile doğru olarak ifade edilir: emperyalist savaşı iç savaş durumuna çeviriniz; ve savaş sırasındaki bütün tutarlı sınıf savaşımları, ciddi bir biçimde yürütülen bütün ”yığın hareketleri”, eninde sonunda bu amaca yönelmelidir. Güçlü devrimci bir hareketin, büyük devletler arasındaki birinci mi, yoksa ikinci mi emperyalist savaş sırasında olacağını; savaştan önce mi, savaştan sonra mı patlak vereceğini şimdiden söyleyemeyiz, ama ne olursa olsun bizim görevimiz bu yönde sistemli olarak, yılmadan çalışmaktır.

Basle Bildirisi doğrudan Paris Komünü örneğine değiniyor: hükümetler arasındaki savaşın bir iç savaşa dönüştürülmesine. Yarım yüzyıl önce proletarya çok zayıftı; sosyalizm için nesnel koşullar henüz olgunlaşmamıştı; bütün savaşan ülkelerdeki devrimci hareketler arasında birlik kurulamazdı; Paris işçilerinin bir bölümü (1792 geleneği) “ulusal ideoloji” sözüne saplanmıştı ve bu, o sırada Marx’ın da belirttiği gibi, onların küçük-burjuva zayıflıkları idi ve Komünün düşmesinin nedenlerinden biriydi. Yarım yüzyıl sonra, o zaman devrimi zayıflatan koşullar artık geçip gitti. Bugün, Paris komüncülerinin ruh haline kapılarak eylemi terketmeye eğilim göstermek, sosyalistler için bağışlanmaz bir yanılmadır.

SİPERLERDE DOĞAN KARDEŞLEŞME ÖRNEĞİ

Bütün savaşan ülkelerin burjuva gazeteleri, düşman ulusların erleri arasında siperlerde bile kardeşlik kurulduğunu bildirdiler. Alman ve İngiliz askeri makamlarının bu gibi kardeşleşmelere karşı yayınladıkları sert emirler, hükümetler ile burjuvazinin bu işe büyük önem verdiklerini gösteriyor. Batı Avrupa sosyal-demokrat partilerinin ön saflarında oportünizmin at koşturduğu, sosyal-şovenizmin bütün sosyal-demokrat basın ve II. Enternasyonalin bütün yetkililerince desteklendiği bir sırada böylesine kardeşleşmelerin kurulabilmesi, bize, yalnızca hasım ülkelerdeki sol-kanat sosyalistleri tarafından bu yönde sistemli bir çalışma yapıldığı takdirde, bugünkü canice, gerici ve köleci savaşın kısaltılmasının, uluslararası devrimci bir hareketin yaratılmasının pekala mümkün olduğunu göstermektedir.

İLLEGAL ÖRGÜTÜN ÖNEMİ

Bütün dünyadaki en önde gelen anarşistler, oportünistlerden hiç de geri kalmayarak, bu savaşta (Plehanov ile Kautsky’nin anlayışına uygun olarak) kendilerini sosyal-şovenizm çamuruna bulaştırmışlardır. Bu savaşın yararlı sonuçlarından biri de, kuşku yok ki, anarşizmi ve oportünizmi yoketmek olacaktır. Sosyal-demokrat partiler her zaman ve her koşulda, yığınların örgütlenmesi ve sosyalizmin yayılması için en küçük legal olanaktan yararlanmayı ihmal etmemekle birlikte, legal çalışmanın kölesi olmaktan da, kendilerini kurtarmalıdırlar. Engels, iç savaşa, ve burjuvazinin yasaları çiğnemesinden sonra bizim de yasaları çiğnememiz gereğine değinerek, “İlk silahı patlatan siz olunuz bay burjuvalar!”[11] diye yazıyordu. İçinde bulunduğumuz bunalımlar, burjuvazinin, bütün ülkelerde, en özgür ülkelerde bile, yasaları ayaklar altına aldığını göstermektedir; devrimci savaşım yöntemlerini savunmak, tartışmak, değerlendirmek ve hazırlamak amacıyla bir illegal örgüt kurulmaksızın yığınların devrime yöneltilmeleri olanaksızdır. Örneğin Almanya’da, sosyalistlerin yaptıkları bütün namuslu işler, o pis oportünizme ve ikiyüzlü “kautskiciliğe” karşın ve gizlice yapılmıştır. İngiltere’de, askerliğe karşı yazılar yayınladıkları için insanlar zindanlara atılmışlardır. İllegal propaganda yöntemlerini kınamayı ve bununla legal basında alay etmeyi sosyal-demokrat parti üyeliği ile bağdaşır saymak sosyalizme ihanettir.

EMPERYALİST SAVAŞTA “KENDİ” HÜKÜMETINİN YENİLGİSİ ÜZERİNE

Bugünkü savaşta, gerek “kendi” hükümetinin zaferini savunmak, gerek “ne zafer, ne yenilgi” sloganını savunmak, sosyal-şovenizm görüşünden kaynaklanır. Gerici bir savaşta, devrimci bir sınıf, hükümetinin yenilmesini istemekten başka bir şey yapamayacağı gibi, hükümetin askeri başarısızlıkları ile onu devirme olanaklarının arttığını görmemezlik de edemez. Hükümetlerin başlattığı bir savaşın ancak hükümetler arasında bir savaş olarak biteceğine inanan ve bunun böyle olmasını isteyen bir burjuva, bütün hasım ülkelerin sosyalistlerinin, ”kendi” hükümetlerinin yenilgisini istemelerini ve bunu söylemelerini “gülünç” ve “saçma” bulur. Tersine, bu tür bir söz, sınıf bilincine varmış her işçinin beslediği düşünceyi doğrular, ve bizim, bu emperyalist savaşı bir iç savaş durumuna çevirme çabalarımız ile aynı doğrultuda olur.

İngiliz, Alman ve Rus sosyalistlerinin bir bölümünün yürüttüğü ciddi savaş aleyhtarı propaganda, kuşku yok ki, bu hükümetlerin ”askeri gücünü zayıflatmıştır” ve bu eylem, sosyalistlerin lehine bir nottur. Sosyalistler, yığınlara, kurtulmaları için tek çıkar yolun “kendi” hükümetlerini devirmek olduğunu, ve bu amaçla, hükümetlerinin bu savaşta içine düştükleri güçlüklerden yararlanmaları gerektiğini anlatmalıdırlar.

PASİFİZM VE BARIŞ SLOGANI

Yığınların barıştan yana duyguları, çoğu zaman, bir protestonun başlangıcını, savaşın gerici niteliğine karşı kızgınlığı ve yığınların bu niteliğin bilincine vardıklarını ifade eder. Bu duygudan yararlanmak, sosyal-demokratların görevidir. Bu anlamdaki her harekete, her gösteriye bütün güçleriyle katılacaklar, ama devrimci bir harekete geçilmeden, toprak ilhakları olmadan, uluslara tahakküm edilmeksizin, yağmasız, şimdiki hükümetler ile egemen sınıflar arasında yeni yeni savaşların tohumları atılmaksızın barışın mümkün olabileceğini söyleyecek, halkı kandırmayacaktır. Halkın bu şekilde aldatılması hasım hükümetlerin gizli politikalarına hizmet etmek ve bunların karşı devrimci planlarını kolaylaştırmak demektir. Sürekli ve demokratik barış isteyen herkes, hükümetler ile burjuvaziye karşı, bir iç savaştan yana olmak zorundadır.

ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKI

Bugünkü savaşta halkın burjuvazi tarafından en yaygın aldatılma biçimi, yağmacı amaçlarını “ulusal kurtuluş” ideolojisi maskesi arkasına gizlemeleridir. İngilizler Belçikalılara, Almanlar Polonyalılara vb. özgürlük vaad ediyorlar. Gördüğümüz gibi, bu savaş, aslında dünyadaki ulusların çoğunluğunu ezen ülkelerin, bu zulüm ve sömürüyü derinleştirmek ve genişletmek savaşıdır. Ulusların ne türden olursa olsun ezilmelerine karşı savaşım vermeksizin, sosyalistler, asıl büyük hedeflerine ulaşamazlar. Bu yüzden sosyalistler, ezen ülkelerin (özellikle sözde ”büyük” devletlerin) sosyal-de-mokrat partilerinden, ezilen ulusların, sözcüğün politik anlamıyla kendi kaderlerini tayin hakkını, yani politik bağımsızlık hakkını tanımalarını ve bu hakkı savunmalarını istemelidirler. Büyük bir ulusun ya da sömürgeleri olan bir ulusun sosyalistleri, eğer bu hakkı savunmuyorsa şovenisttir.

Bu hakkın savunulması hiçbir biçimde küçük devletlerin kurulmasını özendirmek değildir; tersine, daha özgür, korkudan uzak ve bu yüzden daha geniş ve daha evrensel büyük devletlerin ve devletler federasyonunun kurulmasını hazırlamaktır. Bu büyük devletler, yığınlar için daha yararlı olduğu gibi, ekonomik gelişmeye de daha elverişlidir.

Ezilen ulusların sosyalistleri ise, hem ezen, hem de ezilen azınlıkların işçilerin (örgütlenme dahil) tam bir birliği için savaşım vermelidir. Bir azınlığın ötekinden yasalar yoluyla ayrılması fikri (Bauer ve Renner’in savundukları sözde “kültürde-ulusal özerklik”) gerici bir fikirdir.

Emperyalizm, dünya uluslarının bir avuç “büyük” devletçe gitgide daha fazla ezilmesi çağıdır, bu yüzden ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmaksızın, emperyalizme karşı, Uluslar arası sosyalist devrim için savaşım vermek olanaksızdır. “Başka ulusları ezen ulus özgür olamaz” (Marks ve Engels). “Kendi” ulusunun başka ulusları ezmesine göz-yuman bir proleter, sosyalist bir proleter olamaz.

Dipnotlar

[5] Bkz. Karl von Clausewitz, Vom Kriege (“Savaş Üzerine”), Berlin 1957, c.I, s. 34. -17.

[6] Basle Bildirisi. – İkinci Enternasyonalin 24-25 Kasım 1912’de İsviçre’nin Basel kentinde düzenlediği özel kongrede oybirliği ile kabul edildi. Bildiri emperyalistlerin hazırlamakta oldukları savaşın yağmacı amaçlarını açıklıyor, ve işçileri savaş tehlikesi ile savaşıma çağırıyordu. Emperyalist bir savaş çıkması halinde, sosyalist bir devrimin çabukçaltırılması için sosyalistlerin ekonomik ve politik bunalımlardan yararlanmalarını salık veriyordu. Basle Kongresinde Kautsky ile Vandervelde ve II. Enternasyonalin öteki liderleri bildiriye oy verdilerse de, 1914’te savaş çıkar çıkmaz sözlerinde durmadılar ve kendi emperyalist hükümetlerinden yana çıktılar. -20.

[7] Stuttgart Enternasyonal Sosyalist Kongresi. – 18-24 Ağustos 1907’de toplandı. Bu kongrede RSDİP 37 delege ile temsil edildi. Lenin, Lunaçarski, Litvinov ve diğerleri bolşevikleri temsil ettiler. Komisyonlar halinde çalışan kongrede Lenin “Militarizm ve Uluslararası Anlaşmazlıklar” hakkındaki kararı hazırlayan komisyonun üyesiydi. Rosa Luxemburg ile birlikte Lenin, Bebel’in hazırladığı kararda büyük ve tarihi bir değişiklik yaptı ve kapitalizmi devirmek amacıyla yığınları ayaklandırmada savaşın yarattığı bunalımlardan sosyalistlerin yararlanmalarını öne sürdü. Kongre bu öneriyi değişik şekliyle kabul etti. -24.

[8] Ağustos Oylaması. – Alman Reichtag’ındaki sosyal-demokrat grup, 4 Ağustos 1914’te II. Wilhelm hükümetine savaş harcamaları yetkisi verilmesi için oy verdi ve emperyalist savaşı destekledi. Alman sosyal-demokrat liderler, işçi sınıfına ihanet ederek sosyal-şoven bir tutum benimsediler ve kendi emperyalist burjuvazilerini savundular. -25.

[9] Struvecilik. – Bu kitabın 49-50. sayfalarına bakınız. -25.

[10] Brentanoculuk. – Lenin’in sözleriyle, “kapitalizm okulunu tanıyan, ama devrimci sınıf savaşımı okulunu reddeden” reformcu bir burjuva teorisi. Bir Alman burjuva ekonomisti olan Lujo Brentano bir çeşit sözde “devlet sosyalizmini” öne sürüyor, reformlarla ve kapitalistler ile işçilerin çıkarlarının uzlaştırılması yoluyla kapitalist sistemde toplumsal eşitliğin sağlanabileceğini tanıtlamaya çalışıyordu. Marksist terminoloji kisvesi altında Brentano ve onun izleyicileri, işçi sınıfı hareketini burjuvazinin çıkarlarına bağımlı duruma getirmeye çalışıyordu. -25.

[11] Karl Marks ve Friedrich Engels, “Der Sozialismus in Deutschland”,

Werke, Berlin 1963, c. XXII, s. 25