
Ekim 2024’den bu yana, Kürt sorununun “çözümü” bağlamında yaşanan gelişmeler, PKK lideri A. Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihli çağrısıyla önemli bir dönemeç almış, ilk kez somut ve açık içerik ve biçim kazanmıştır.
Türkiye, Kürdistan ve bölgemiz Ortadoğu açısından önemli sonuçları olacak bu çağrıyı ve öncesini/sonrasını ana hatlarıyla analiz etmek, devrimci mücadele açısından anlamını berraklaştırmak ve somut bir tavır belirlemek devrimci sorumluluğun gereğidir. Bu bağlamda, bu sürecin en azından yakın dönemdeki arka planına bakarak başlamak zorunludur.
Bölge ve PKK Gerçekliğinin Kısa Özeti
Batılı emperyalistlerin planları
Başta ABD emperyalizmi olmak üzere batılı emperyalist güçlerin dünya ölçeğinde yeni ve daha büyük çatışmalara hazırlanırken, Ortadoğu’daki çatışmaları da kendi lehlerine sonuçlandırma süreci muazzam bir saldırganlık ve yeni ataklarla sürüyor.
ABD emperyalizmi başta İsrail ve Türkiye olmak üzere diğer bölgesel müttefikleriyle birlikte, 7 Ekim 2023’deki büyük Filistin isyanının ardından tüm karşıt güçleri tasfiye etme yada güçten düşürerek etkisizleştirmeye dönük kapsamlı ve sonuç alıcı büyük operasyonlar yürütüyor. Ortadoğu’da bugün yürütülen tüm büyük mücadeleler bu bağlam içinde anlaşılabilir. Ve bölgedeki tüm gerici devlet ve güçlerin sistem içindeki konumları, bu mücadelelerin içindeki rollerine ve bu mücadelelerin sonuçlarına bağlı olarak biçimlenecektir.
Filistin ve Lübnan’daki sömürgecilik ve batı karşıtı ulusalcı ve devrimci güçlerin önemli ölçüde güçten düşürülmesi bu sürecin başlangıç noktası olmuştur. Bunu Yemen izlemiştir. Ardından gelen halka ise Rusya ile anlaşarak adeta Ukrayna ile Suriye’nin değiş-tokuşu temelinde Suriye’deki Baas rejiminin çökertilmesidir.
Emperyalist planlar ve PKK
Ve şimdi sırada PKK ve onunla bağlantılı Rojava (Suriye), Rojhilat (İran) ve Başur (Irak) Kürdistan’ındaki direniş güçlerinin batı emperyalizmi açısından tehlike olmaktan çıkarılması ve daha ötesinde eğer mümkünse sistemin planlarıyla çeşitli biçimlerde uyumlu hale getirilmesi (en azından engel olmaktan çıkarılması) vardır.
Bu bağlamda, PKK’ye karşı geliştirilen politika diğer güçlere karşı geliştirilen politikadan farklı ve özgündür. Herşeyden önce, PKK ideolojik olarak postmodern ulusalcı bir karaktere sahip olsa da, politik olarak demokratik, halkçı ve seküler bir karaktere sahiptir. Pratiğiyle de Kürdistan’da önemli devrimci gelişmeler yaratmış, devrimci dinamizmi sürdürmüştür. Aynı zamanda, batılı emperyalistlerin kendisine karşı yürüttüğü tüm saldırganlığa karşın, bu güçlere yönelik doğrudan bir saldırısı olmamış, kendi savaş cephesini büyütmekten bugüne değin özenle uzak durmaya çalışmıştır. PKK hareketi bütün bu özellikleriyle batılı emperyalist güçler açısından hem bir tehdittir, hem de kimi bağlamlarda önemli bir taktik müttefik olma özelliklerine sahiptir.
Tehdittir emperyalistler için, çünkü PKK’nin devrimci geçmişiyle, devrimci kadro birikimiyle, halkçı, demokratik niteliğiyle, bağımsız ve muhalif bir ulusal direniş hareketi olduğunu net biçimde görmektedirler. Ortadoğu gibi oldukça kritik bir savaş alanında, bu özelliklere sahip yegane halklaşmış harekettir PKK. Ayrıca PKK, ABD ve batılı emperyalistlerin sadık uşağı, NATO üyesi Türkiye oligarşisine karşı 50 yıldır muazzam bir isyanın yaratıcısı ve önderidir… Ortadoğu’yu siyasal olarak yeniden dizayn etmek için muazzam bir enerjiyle yüklenen batılı emperyalist güçlerin bu niteliklere sahip bir Hareketin varlığını bu biçimde sürdürmesini kabul etmeleri mümkün değildir.
Diğer yandan, PKK ve bağlantılı hareketler ABD ve batılı emperyalistlerin Suriye, Irak ve İran’da kendi planlarını geliştirmek için taktik ittifaklar kurabilecekleri istikrarlı ve dinamik güçler konumundadırlar.
Suriye’de Rojava’da başlayan taktik ittifak, Kuzey ve Doğu Suriye’ye doğru genişlemiş ve ülkenin dörtte birini kontrol eder hale gelmiştir. Bu ittifak ve bölgeye müdahale, ABD ve batılı emperyalistlerin belki de tüm tarihleri boyunca meşruluğuna tüm dünyayı ikna edebildikleri yegane dış harekattır. Suriye’nin geleceği biçimlenirken de, ABD ve diğer batılı emperyalistler açısından çıkarlarının kısmen çakıştığı, ittifak kurabilecekleri en önemli güç SDG’dir. Gelişmelerin yönü henüz netleşmemiş olsa da, bu aşamada SDG ile mevcut ittifak ilişkilerinin korunmak istendiği açıktır.
Rojhilat’ta (İran) faaliyet yürüten PJAK’da sahip olduğu güçlü dinamikler nedeniyle, ABD ve batılı emperyalistler ile İran gericiliği arasında büyümesi olası çatışmalarda, batılı emperyalistler açısından gerektiğinde taktik ittifaklar kurulabilecek önemli bir ulusal hareket konumundadır. PKK’nin Başur’da (Irak) konumlanışının en önemli bileşeni medya savunma alanlarındaki varlığıdır. Bunun sonlandırılması, hem Türkiye oligarşisinin, hem de Başurdaki çürümüş sistemin rahatlatılması açısından gereklidir. Bu alan emperyalistler açısından tehdit boyutunun içindedir. Ancak özellikle Şengal’daki varlığı ve Başur’da yürütülecek siyasal faaliyetleri özel bir tehdit olarak algılamayabilirler.
ABD emperyalizmi ve diğer emperyalistler PKK’yi tek yanlı, tek çözümlü, ya hep ya hiç yaklaşımıyla ele almıyorlar. Özellikle son yirmi yıldır uluslararası ilişkilerde egemen olan kompartımanlaştırma yaklaşımı üzerinden bakıyorlar. Bu yaklaşımı en kaba biçimiyle şöyle özetleyebiliriz: Herhangi bir düşmanla ya da denetim dışı unsurla çözüm bulamadığın meselelerde çatışmaya devam et ve dize getirmeye çalış, anlaşabildiğin, ittifak kurabileceğin konularda ise ilişki kur ve onunla birlikte çalış… Bu yaklaşım güçlü olan tarafın – özellikle muazzam bir asimetrik güç ilişkisi varsa- karşı tarafı yumşatması ve giderek tasfiyesi veya kendi cephesine entegre etmesi içinde önemli imkanlar sunmaktadır.
Çözüm sürecinin hedefi ve PKK
İşte PKK lideri Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihli açıklamasına giden yolu döşeyen dinamikler, planlar/hesaplar esas olarak bu arka plana dayanmaktadır. ABD emperyalizmi açısından “açılım” sürecinin hedefileri ikilidir; birincisi, Kürdistan ulusal özgürlük hareketinin Bakur (Türkiye) cephesinde tehdit olmaktan çıkarılması, savaşın sona erdirilmesi, ideolojik ve politik olarak hareketin sistem sınırları içine çekilmesidir. İkinci hedefi ise, hareketin Kürdistan’ın diğer parçalardaki bileşenleriyle mevcut (SDG) ve olası (PJAK) ittifakların sürdürülerek Suriye, Irak, İran’la mevcut ve olası çatışmalarda dinamik ve istikrarlı “iç” müttefiklere sahip olmaktır. Böylece pratik olarak Kürt ulusal özgürlük hareketinin orta ve uzun vadede sistem tarafından içerilmesinin yolunun açılmasıdır.
Türkiye oligarşisinin işbirlikçi ve uşak karakterini, NATO üyesi olduğunu, her alanda başta ABD olmak üzere batılı emperyalist güçlere tam bağımlı olduğu, emperyalizmin içsel bir olgu olduğu gerçeğini görmezden gelerek, bugün “barış ve demokrasi açılımı” olarak kodlanan sürecin asli yapıcıları olarak faşist Bahçeli ve Erdoğan’ı gören yaklaşımlar tümüyle yanlıştır. Emperyalistlerin Ortadoğu’daki bu büyük gelişmeleri Bahçeli-Erdoğan ikilisinin aklına ve insafına bıraktığını düşünmek en hafif deyişle saflık olur…
Emperyalist planlar ve AKP-MHP
Bu bağlamda, Türkiye cephesinde bu hedeflere ulaşılması için içeriğin, ayrıntıların ve planlanmaların belirlenmesi ve sürecin yürütülmesi için seçilen aktör doğal olarak AKP-MHP ittifakıdır. Emperyalistlerin büyük planını belirli bir inisiyatif dahilinde uygulama görevini üstlenmişlerdir. Öne çıkan unsurun faşist MHP’nin lideri olması esas olarak, görünen o ki, iki nedene dayanıyor. Birincisi, MHP bu tür süreçlere karşı en çok şiddetli direnci gösterecek ırkçı, faşist unsurların partisidir. Bu unsurların direncinin daha baştan kırılması ve süreçteki olası büyük çatlakların önüne geçmek için en uygun aktör doğal olarak Bahçeli olmuştur. Ayrıca MHP’nin, ABD emperyalizminin kontrgerilla doktrinlerinin bir parçası olarak doğrudan CIA tarafından kurulduğu biliniyor. Dolayısıyla MHP, ABD emperyalizminin öz evladıdır ve en güvenilir militan partisidir. Bu da önemli bir faktördür.
İkincisi, AKP’nin Ortadoğu’ya ve Kürdistan’a ilişkin yaklaşımı, en azından bu süreç başlatılıncaya değin bu planlardan farklıydı. Suriye’de ana güç olma ve uzun vadede kendine bir biçimde bağlama, Rojava ve Bakur Kürtlerini ezme, Başur’da (Irak) işgali derinleştirme ve Güney’i tümüyle kendine bağlama, bu zeminleri büyüterek Ortadoğu, Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz, Kafkaslar ve Balkanlarda başat bölgesel güç olma hayalleri kuruyordu. Hala da kurmaya devam ediyor. Bu bağlamda, Kürtleri ezme başat meseleydi. Fakat ABD emperyalizminin planları, bu hayalleri kısmen suya düşürdü. AKP bu “çözüm” sürecine adeta istemiye, istemiye dahil olmuş gibi görünüyor. Sürecin başladığı Ekim ayından bu yana, AKP’nin Rojava’dan, medya savunma alanlarına, Kürt legal kurumlarına ve üyelerine, belediyelere vb. yönelik saldırganlığı aslında bu “istemiye istemiye razı olma” durumunun semptomları olarak okunabilir.
Sürecin Kürt ulusal özgürlük hareketi bağlamında muhatabı ise doğal olarak yine hareketin lideri A. Öcalan oldu. A. Öcalan’ın muazzam ideolojik, politik ve manevi otoritesi, PKK’nin deyişiyle hareketin bir “önderlik hareketi” olması ve varlığını ve geleceğini önderliğine bağlaması, en kestirme ve net sonuçlar açısından muhatabın da o olmasını beraberinde getirdi. Ayrıca A. Öcalan’ın tutsak olması, uzun yıllardır tam tecrit koşullarında tutulması ve bu noktada onun daha güçlü bir etki altında tutulabilme olanağı da, elbette bu noktada önemli bir rol oynamıştır.
Yaklaşık bir yıldır sürdüğü çeşitli kesimlerce ifade edilen bu sürecin ilk temel somut sonucu PKK lideri Öcalan’ın 27 Şubat tarihli açıklaması oldu.
PKK Lideri A. Öcalan’ın 27 Şubat Açıklaması
Söz konusu metin, içinde “Kürt sorunu”, “Kürt ulusu”, “Kürdistan”, “öz savunma hakkı”, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ve bunun bir biçimi olan bugüne değin savunulan “demokratik özerklik”, “demokratik konfederalizm” ve “mücadele” kavramlarının bulunmadığı, yani Kürt ulusal özgürlük hareketinin varlık nedeni olan öğelerin bulunmadığı bir metindir. Türkiye oligarşisinin sözcülerinin ifade ettiği “silahlı mücadelenin bırakılması”, “PKK’nin feshedilmesi”, “hiç bir şartın olmaması” yani somut herhangi bir talebin bulunmaması gibi istemler temelinde muğlak bir demokrasi söylemiyle kaleme alınmış bir metindir. Hem ideolojik-politik, hem de politik-pratik boyutlarıyla önemli bir kırılmayı ifade etmektedir.
Açalım…
PKK’nin silah bırakması
Her şeyden önce, bir noktayı netleştirerek başlamak gerekir. PKK’nin silah bırakması kendi tercihidir. Silahlı mücadele yürütüp yürütmemek, başkalarının değil, her örgütün (yada kişinin) kendisinin karar vereceği meseledir. Başka örgüt veya güçlerin yada kişilerin silah kullanlara/silah bırakanlara nasıl böyle yaparsın diyerek eleştirmesi etik de değildir. Hele ki, bu silahlı mücadeleye hiç girişmemiş, ya da bunu savunmakla birlikte uzun yıllardır bu yönlü ciddi ve istikrarlı bir faaliyet yürütmemiş olup da bu tür tartışmalara girişmek iki kez etik değildir… Silah mücadele yürüten ya da bırakan bir devrimci ya da demokratik gücün içine girdiği tutumun anlamı ve sonuçları elbette tartışılabilir. Ancak kimsenin “sen nasıl olur da bırakırsın” deme hakkı yoktur…
Bu noktadan itibaren, metne baktığımızda bir tür dejavu etkisi yaratmaktadır. Metin, 1999’da mahkeme sürecinde ifade edilenlerin temel alındığı ve sonraki “barış süreci” ya da “çözüm süreci” olarak kodlanan süreçlerdeki fikirlerle harmanlandığı bir metin olarak okunabilir.
İdeolojik-politik olarak iki tespit öne çıkıyor.
Özsavunmanın kategorik olarak rededilmesi
Birincisi, silahlı mücadelenin, yani öz savunmanın kategorik şu sözlerle ret edilmesidir;
“Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma temel yöntemdir.”
Halkların, emekçilerin öz savunma hakkının, bunun örgütlülük ve pratiğinin vazgeçilmez yaşamsal bir hak olduğu üzerine, hem A. Öcalan, hem de PKK hareketi ciltler dolusu metinler yazmıştır. Daha da önemlisi, bu noktada PKK hareketi kahramanca ve muazzam bir pratiğin sahibidir. İşçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, ezilen halkların ve tüm kesimlerin varlığını savunma ve hedeflerine ulaşmak için öz savunma yöntemlerini kullanması hem hak, hem de bir zorunluluktur. Bunun yerine, artık çökmekte olan burjuva demokrasisini ve uzlaşmacılığını ikame etmek emekçilerin ve ezilenlerin sistem içileşmeye davet etmek anlamına gelir. Tüm insanlık tarihi ve dünyadaki aktüel gelişmeler bunu apaçık göstermiştir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının (UKKTH) kategorik olarak rededilmesi
İkincisi, A. Öcalan’ın metni tüm ulusların varoluşlarının zorunlu ve somut ifadesi ulusların kendi kaderini tayin hakkını (UKKTH) ret ediyor, aşırı milliyetçi savruluşların sonucu olarak tanımlıyor;
“Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.”
Ulus, esas olarak kapitalist toplumun ürünüdür. Ulus-devlet, federasyonlar, idari özerklik, otonomi vb. biçimlerde, her bir ülkedeki her bir ulus ve ulusal topluluk için ana siyasal kolektif örgütlenme biçimleridir. Ve tabii ki, tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi, kapitalist toplumda da sınıfsal çelişkilerin yanı sıra, ulus, din, cinsiyet ve diğer tüm varoluş biçimleri de hiyerarşiktir ve ezme ezilme ilişkisinin konusudur. Uluslar hiyerarşisi ve bu temelde sömürgecilik, bağımlılık, yeni sömürgecilik vb. ezme ilişkileri kapitalist topluma içkindir.
Ezilen ulusların mücadeleleri sonucunda, ulusların hakları da net biçimde tanımlanmış ve çözüm platformu olarak Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı olarak kodlanan her ulusun kendi devletini kurması, başka uluslarla federasyon, özerklik, otonomi vb. biçimler altında ortak siyasal yapılar oluşturmaları temel ve inkar edilemez haklar olarak belirlenmiştir. Bu hak, doğuştan gelen temel insan hakları gibi, ulusların varoluşuyla birlikte, bu varoluşa içsel olan bir haktır.
Bunları aşırı milliyetçi savruluşlar olarak tanımlamak gerçeğin ters yüz edilmesidir. Bu hak, aşırı milliyetçilik olan başka ulusların haklarının gasp edilmesine olanak vermez. Tam tersine, sömürgeciliğe ve başka ulusların baskı altına alınmasına karşı, tam eşitlik temelinde her ulusun varlığını garanti altına almak için ezilen ulusların ulusal özgürlük mücadeleleriyle ortaya çıkmıştır bu hak…
Kaldı ki, 27 Şubat tarihli metne değin, A. Öcalan bu hakkın bir bileşeni olan demokratik özerklik ve demokratik konfederalizm fikirlerini savunmuştur. PKK’nin paradigmasının temelini bu fikirler oluşturmuştur. Kuşkusuz, bu fikirlerden vazgeçilmiş olabilir. Öyleyse bu fikirlerin nasıl olup da aşırı milliyetçi savruluşlar olduğunu da izah etmek gerekir. Yine bütünleşilmesi önerilen TC devletinin de bir ulus devlet (hem de en aşırısından milliyetçi bir devlet) olduğu gerçeğini unutmadan elbette.
Kültüralist çözümler ise ulusların kendi kaderini tayin hakkı içinde sayılıp sayılmayacağı tartışmalı olan en zayıf ulusal hak taleplerini ifade eder. Ve özünü de “dil hakkı”, “ana dilde eğitim hakkı” oluşturur. Kürt ulusal özgürlük hareketinin de on yıllardır savunduğu bu hakları bile aşırı milliyetçi savurulmalar olarak tanımlanmasına denilebilecek fazla bir söz bulunmuyor.
27 Şubat tarihli metnin pratik-politik özünü ise şu tespit oluşturuyor;
“1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömürünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır.”
Öncelikle, PKK’nin kendini feshetmesi kararı, elbette ki, PKK’nin kendi tercihidir. Buna şu veya bu nedenle karar verebilir. Başkaca siyasal hareketlerin veya kişilerin söyleyebileceği fazlaca bir şey yoktur.
Reel sosyalizmin çöküşü anlam yitimi demek midir?
Fakat diğer tespitler tümüyle yanlıştır. Herşeyden önce, reel sosyalizmin çöküşü hiç bir Hareketin “ömrünü … tamamlaması” anlamına gelmez. Reel sosyalizm, dünyadaki sosyalist hareketin bir bileşeniydi, ancak hiç bir zaman tümü anlamına gelmedi, gelmiyor. Bu çöküş, sosyalizm davasına yürütenler açısından Reel sosyalizmin yanlışlarını eleştirerek aşmak yükümlülüğünü ortaya koyar. Bu bağlamda, PKK’de bu çöküş sonrasında farklı dönemlerdeki farklı fikirler (“paradigmalar”) temelinde reel sosyalizmi aştığını ve daha ileri fikir düzeyine ulaştağını iddia etmiştir. 1990’daki fikri düzeyinde kalmamıştır. Dolayısıyla, reel sosyalizmin çöküşü, ne onu aştığını oldukça iddialı biçimde ileri süren PKK açısından, ne de bu yönlü çabaları geliştiren hiç bir hareket açısından bir anlam kaybına yol açmamış olsa gerektir…
Kimlik inkarı ne demektir ve çözülmüş müdür?
Türkiye oligarşisinde ve biçimlendirdiği toplumda kimlik inkarının çözüldüğünü ifade etmek de gerçeğin başka bir ters yüz edilişidir. Kimlikler, ya da konumuz bağlamında ulusların inkarının çözülmesi, şu ulus vardır, şu realiteyi tanıyorum demekle olmaz. Söz konusu ulusun kolektif kimliğinin ve bu kimliğin doğal olarak sahip olduğu hakların tanınmasını gerektirir. Ulusal kimlikler haklarıyla vardır ve haklarıyla anlam kazanırlar, varlıklarını sürdürebilirler. Dünyadaki sömürgeciler sömürgeleştirdikleri ulusların, halkların ulusal kimliklerini çoğunlukla ret ya da tanıma tutumu içinde olmadılar. Onların ulusal haklarını inkar ettiler, ulusal kimlik inkarı esas olarak bu temelde ortaya çıktı. Ve ulusal kurtuluş mücadeleleri bu temelde yürütüldü. Dolayısıyla, Kürt realitesini tanıyoruz demek, basitçe dil kurslarına izin vermek, onlarca Kürt tv kanalının açılmasının ardından bir düzmece tv kanalı açmak kimlik inkarının çözülmesi anlamına gelmez. Bir ulusun kolektif kimliğini somutlaştıran tüm hakları tanınmadığı, sağlanmadığı sürece kimlik inkarı devam eder. Bugün Kuzey Kürdistan’da yaşanan durum tam olarak budur.
İfade özgürlüğü gelişiyor mu?
İfade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler olduğu iddiası ise inanılmaz bir yanılgıyı ortaya koyuyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, Türkiye’deki gelişmeleri az ya da çok takip etme şansına sahip olan herkes ifade özgürlüğünün özellikle son 15 yılda (öncesi de hep beter oldu) ne denli gerilediğini, ayaklar altında paspas edildiğini bilir. Bu bağlamda, Türkiye’de, hele ki Kuzey Kürdistan’da ifade özgürlüğünde gelişmeler olduğunu iddia etmek üzerinde tartışılacak bir konu bile değildir.
Türk-Kürt ittifakı denilen şey nedir?
Daha tali önemde görünen, fakat değinilmesi gereken bir diğer nokta ise;
“Türk-Kürt ilişkileri; 1000 yılı aşan tarihler boyunca Türkler ve Kürtler, varlıklarını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için gönüllülük yönü ağır basan, hep bir ittifak içinde kalmayı zorunlu görmüşlerdir.”
2013 yılındaki barış çağrısında da bu vurgu, daha doğrudan İdrisi Bitlisi’nin adı da geçirilerek ve İslami kardeşlik söylemiyle birlikte ifade edilmişti. 1000 yıldır süren Türk ve Kürt ilişkileri olarak kodlanan ilişkiler esas olarak Türk sunni ve Kürt sunni egemenlerin ittifak ilişkileridir. Bu da gönüllülük temelinde değil, güç ilişkilerine bağlı olarak zorunluluk temelinde olmuştur. Kürdistan egemenleri, önce Selçuklu, ardından Osmanlı egemenlerinin kurduğu bağımlılık ilişkisini kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Ve bu bağımlılık ve “ittifak” ilişkisinin temelinde ise Türk ve Kürt Alevilerine ve onların müttefiki Alevi Şah İsmail’e karşı savaş, ezme, katletme politikası vardır. Şah İsmail sonrasında da Alevilere karşı bu uğursuz “ittifak” devam etmiştir. Ayrıca İran’a karşı Kürtler bekçi yapılmıştır. Bu “ittifak”ın A. Öcalan’ın belirttiği gibi varlığını sürdürmek veya hegemonik güçlere karşı ayakta kalmakla bir ilgisi yoktur.
27 Şubat metni halklar için ne talep ediyor, ne öneriyor?
27 Şubat metni başta Kürtler olmak üzere Türkiye ve Kürdistan’da yaşayan halklar için ne talep ediyor, ya da ne öneriyor?
Kürtlerin ve diğer halkların hiç bir talebi metinde yer almıyor. Öneriler ise esas olarak PKK’ye dönüktür; silah bırakma ve kendini feshetme.
Ayrıca “Günümüzde çok kırılgan hal alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir.” denilerek zor yoluyla kurulmuş “ittifak” ilişkisinin, kardeşlik ruhu içinde yeniden düzenlenmesi görevini ifade ediyor.
Ayrıca bir diğer görev tanımı ise devlet ve toplumla bütünleşme çağrısıdır. Bugün tepeden tırnağa faşist çürüme içindeki bir devletle nasıl bir bütünleşme olabilir, bu ne anlama gelir? Bunların yanıtı yoktur.
Diğer yandan, metinde sürekli tekrarlanan demokratik toplum, demokratikleşme, demokrasi vurguları bulunuyor. Söz konusu edilenin sosyalist demokrasi ya da halk demokrasisi olmadığı, burjuva demokrasisi ve toplumu olduğu herhalde açıktır. Muhafazakar burjuva siyasetçilerden, liberallerden, devrimci güçlere değin herkesin burjuva demokratik hakların geliştirilmesi için farklı bağlam ve içeriklerle dünyanın her yanında mücadele ettikleri açıktır. Fakat söz konusu olan ulusal demokratik haklar olduğunda, bunun içeriğinin kendi kaderini tayin hakkı olduğu da aynı ölçüde açıktır. İsviçre’de demokratik hakların geliştirilmesi çağrısı ile Uganda’daki benzer bir çağrının veya Kürdistan’daki bir çağrının aynı içerikte olmayacağı bellidir. Bu bağlamda Kürdistan özgülünde ulusal hak taleplerini açık biçimde somutlaştırmayan bir demokratik mücadele çağrısının esasta anlamlı olmayacağı da açıktır.
Sonuç yerine…
Toparlayacak olursak; burada çok genel olarak A. Öcalan’ın imzasıyla yayınlanan metnin ana hatlarıyla analizini yaptık. Bu metnin içerdiği fikirler Kürt ulusunun ulusal demokratik taleplerini belirsizliğe, muğlaklığa sürekleyen bir metindir. Öte yandan, “süreç” gizli diplomasiyle yürütüldüğü için bütün boyutlarını, arka plan gelişmeleri görebilmek mümkün değil. A. Öcalan’ın metni mevcut paradigmasından vazgeçiş ve yeni bir yaklaşım geliştirmeye dönük bir başlangıç metni olarak ele alınabilir. Bu bir kırılmayı ifade ediyor.
Ancak PKK hareketi salt metinler yoluyla anlaşılabilecek bir hareket değildir. Onu anlamak için bağlayıcı metinlerine bakmak elbette önemlidir. Fakat esasta pratiğine bakmak gerekir. PKK kendi iç dünyası ve çelişkileri nedeniyle eylem ve söylemin çok sık biçimde şu veya bu düzeyde ayrıştığı ve esas olarak eylemin söylemi düzelterek, yeniden biçimlendirdiği bir harekettir.
PKK ve Öcalan’ın siyasetteki pragmatik tutumlarının, özellikle belirli dönemeçlerdeki sıkışmaları aşmak için söylemde ciddi kırılma anlamına gelecek yaklaşımları ifade etmelerini beraberinde getirdiğini, ancak sürecin tam olarak bu söylemler ekseninde gelişmediğini unutmamak gerekiyor. Son 30 yılda farklı dönemeçlerde ifade edilen söylem ile daha sonrasında gelişen eylem ve ortaya çıkan gerçekliğin bütünü bu olguyu apaçık gösteriyor. Hareket devrimci pratik yoluyla ve demokratik mücadeleler aracılığıyla pek çok manevra yaparak yolunu açmak ve söylemi düzelterek ilerlemiştir. Daha önceki deneyimlerden hareketle, bu sürecin akamete uğraması ve Kürt ulusal özgürlük hareketinin sil baştan ve daha geri bir zeminden eski zeminlere dönmesi olasılığı da vardır.
Kesin olan şu ki, Kürt ulusunun ulusal özgürlük talepleri (UKKTH) kendi iradesi temelinde karşılanmadan, tanınmadan ne bir çözüm, ne de barış olabilir.
Bu bağlamda, ideolojik-politik düzlemde A. Öcalan’ın geliştirdiği yeni çizgiyi net biçimde, sağa sola bükmeden eleştirirken, kolaycı ve ucuz saldırgan tutumlardan uzak durmak özel bir önem taşıyor. Hareketin demokratik ve halkçı niteliğini, halen dört gerici devlete ve yerel faşist güçlere karşı büyük bir mücadele yürüttüğünü ve bu anlamda pratikte devrimci bir rol oynadığı gerçeğini unutmamak hayati önemdedir. Pratiğimizi, söylememizi ve tutumumuzu bu temelde biçimlendirmeliyiz.
İğneyi Kendine Çuvaldızı Başkasına Batırmak!
Hiç kuşkusuz ki, başta Türkiyeli (dahası dünyadaki) Devrimci Sosyalistler ve emekçi sol hareketler ve kişiler kendilerini bütün gelişmelerin dışında göremezler. Daha da önemlisi sürecin bu tarzda gelişmesinde kendi paylarının olmadığını iddia edemezler.
Kürt ulusal özgürlük hareketi ve Kürt ulusu on yıllar boyunca Türkiye oligarşisine karşı büyük bedeller ödeyerek mücadele ederken, Türkiyeli devrimcilerin ve emekçi sol güçlerin desteğini pratik olarak ancak çok sınırlı ölçülerde (her bir yapı açısından derece derece farklı olmakla birlikte) aldı. Türkiye’deki ve dünyadaki Devrimci Sosyalistler, diğer devrimci ve demokratik güçler sömürgeciliğe, şovenizme, sosyal şovenizme karşı işçi sınıfı ve emekçi güçleri çok ama çok sınırlı ölçülerde harekete geçirebildi. Enternasyonal dayanışma Rojavadaki devrimsel sürece değin yok denecek ölçülerde kaldı. Sonrasında da yeterli düzeylere hiç varamadı. Bu durum, bu desteksiz kalış, bu enternasyonal dayanışmadan yoksunluk, on binlerce kayıp pahasına direnişini sürdüren Kürt ulusal özgürlük hareketinin ideolojik ve politik olarak geriye düşüşünde ciddi bir rol oynadı.
Eleştirilerini dile getirmek elbette herkesin hakkıdır. Ancak bunların anlamlı hale gelmesi, Kürt ulusu ve ulusal özgürlük hareketi açısından değerli sonuçlar yaratabilmesi ancak bu zayıflık durumumuzu aşmamızla, enternasyonal görevlerimiz konusunda daha güçlü bir pratik duruş ortaya koymamızla mümkündür… Bu bağlamda, yukarıda ifade ettiğimiz eleştirilerimiz aynı zamanda, önümüze Kürt ulusunun ulusal özgürlük mücadelesine daha fazla somut katkı sunma görevi koymaktadır. Eleştirilerimizi böyle anlamalıyız, tüm eleştiren güçler açısından bu böyledir.
Bir kez daha somut ve vurgulayarak ifade etmeliyiz ki, eleştirilerimiz Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin kazanımlarını büyütmek için yürüteceği mücadelelerin yanında olmayı bir görev olarak koymaktadır. Bu bilinçle hareket edeceğiz. Eleştiri, kazanımları koruma ve enternasyonal dayanışma temelinde dostluk birlikte yürüyecektir ve gelişecektir.
6 Mart 2025